7 Mayıs 2007 Pazartesi

ATATÜRKÜN KAFA YAPISI


Prof. Dr. Fuat Aziz GÖKSEL


Psikiyatri Profesörü, Ondokuzmayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi
Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı
(“Atatürk Haftası” nedeniyle, 13 Kasım 1979 günü
Ondokuzmayıs Üniversitesi Tıp Fakültesinde Verilen Konferans)


Atatürk haftasında, benim için çok mutlu saydığım
bu görev, Atatürk’ü yaşıtlarımla yeniden anmak ve genç
kuşaklara, biraz olsun, bizim görüş açımızdan tanıtmaya
çalışmak bana mutluluk veriyor. Diyebilirim ki, yazdığım
yazıların, yaptığım zihni çalışmaların hayatımda beni en
çok mutlu edenleri, Atatürk hakkında konuştuklarım,
onun hakkında düşündüklerimdir. Bunun, tabii birtakım
duygusal nedenleri de var. Ben, yaşıtlarım gibi, “Atatürk
Çocukları” adiyle anılan bir kuşaktanım. Şimdi, gençlerimiz
diyecekler ki: “Biz de... Atatürk çocuklarıyız”.. Elbette!
Yalnız, bize “Atatürk çocukları” adı, çocukluğunu Atatürk’le
yaşıyan kuşak olarak verilmişti. Yani, diyebilirim
ki, “Atatürk çocukları”nın öncüsü bizim kuşağımızdır.
Bizler onun yaşadığı bir dünyaya doğduk, onun havasını
teneffüs ettik. Bu nedenle, eğer bu günkü açıklamalarımda
duygusal bir öge, belki de bilimin gerektirdiği bir tarafsızlığın
az-çok dışına çıkan bir sapma olursa, bunu “Atatürk
çocuğu” oluşuma bağışlayınız.

Bu konuşmanın konusu “Atatürk’ün Kafa Yapısı” dır.
Tanımıyan gençlerimize söyliyeyim, ben “Kafa Doktoruyum”,
yani ruh hastalıkları uzmanıyım. Bir ruh hastalıkları
uzmanının “Atatürk Olgusu” üzerinde kafa patlatması, ya
da o konuda konuşması, belki size biraz aykırı gelebilir.
Ama, birazdan açıklıyacağım nedenlerle, bunun gerekli olduğunu,
bir ruh hekiminin bazı toplum olayları ve bazı
ruhsal olaylar konusunda söyliyecek, inceliyecek, açıklayacak
bazı şeyleri olduğunu göreceksiniz.

Ortada bir “ATATÜRK OLGUSU” vardır. “Atatürk
Olgusu” bir toplumu bütünüyle angaje etmiş, o toplumun
en ayrıntılı kesimlerine kadar etkisini sürdürmüş, tarihin
derinliklerinden gelip, elli yedi sene boyunca ipliklerin
birbirine karışmasıyla, örgülenmiş bir düğüm gibi, bir
ulusun hatta bir ölçüde tarihin kaderini etkilemiş ve
etkileri de bugüne kadar süren bir olgudur. Bu, bir insan
yaşamına sığan, bir “İNSAN”la “TOPLUM” arasındaki
etkileşimi içeren bir düğümdür. Adeta Türk tarihi’nin ve
bir anlamda da dünya tarihinin belirli “odak” noktalarından
biridir. Bu “Atatürk Olgusu”nu her uzman kendi
alanında, aklı erdiğince, elindeki yöntemlerin olanak verdiğince
inceliyor ve bu konuda bilgiler derlemeye, bu konuda
bilgiler oluşturmağa çalışıyor. Atatürk olgusunda “
ruhsal” ögelerin, yani benim mesleğimin inceleme alanına
giren ögelerin yer aldığı, apaçık görülüyor. Konuşmamın
başlangıcındaki duygusal baskıyı size hatırlatmakla yetiniyorum.
Sadece duygularımızı değil, düşüncelerimizi de
kökten etkileyen bir olgudur “Atatürk Olgusu”. Bu konuda,
“Atatürk Olgusu” konusunda bildiklerimizi tutarlı
bir fikir çerçevesi içine nasıl yerleştirebiliriz? Nasıl bir
“yaklaşım” ile, bunu bilimsel ölçütlere vurup, değerlendirebiliriz?
Bu konuda bilimsel yöntemler var mıdır? Ve
bu konuda “bilimsel bilgi” oluşturacak veriler, “bilimsel
veriler” var mıdır? Ve nihayet, “bilgi oluşturma” sürecinin
neresindeyiz? Atatürk konusunda yapılan çalışmalar ne
ölçüde “tutarlı” bir bilgi oluşturmaya olanak sağlıyor?

Bu soruların cevaplarını vermek güç. Yalnız, bugünkü
gördüklerimiz ve bildiklerimiz dikkate alınacak olursa, ilk
iki sorunun cevabını olumlu olarak vermemiz mümkün.
Yani, gerçekten böyle bir olguyu inceliyebilecek bilimsel
yöntemler elimizde bugün var ve nihayet bilimsel “veriler”
(tarihçilerin “kaynak” dediği) de hergün artan bir hızla
derleniyor, gün ışığına çıkıyor ve herkes isterse, bunlara
erişebiliyor. Üçüncü sorunun cevabını vermek daha güç:
Çünkü bu yöntemler pek yeni, yani güvenilirlikleri fazlaca
sınanmamış birtakım yöntemler bir kısmı... Ve bir de, bu
“oluşturma” sürecinin henüz daha başlangıcındayız. Size
bugün burada söyliyeceklerim, bir “bilimsel bildiri” değildir,
bir kongre tebliği değildir, özel bir araştırmanın
ürünü de değildir, yarım yüzyılı geçen bir ömür boyunca,
Atatürk çağında dünyaya gelmiş, o çağda okumuş, öğrenmiş
bir kişinin “Atatürk Olgusu” konusunda, içinde yaşadığı
izlenimlerden, okuduklarından ve dinlediği tartışmalardan
edindiği birtakım sonuçlardır. Bu sonuçların
doğruluk değerini tabii burada savunacak değilim. Zaten
burada bizim yapmak istediğimiz şey: Oldukça yeni ve
birleştirici bir yaklaşımla “Atatürk Olgusu”na nasıl girilebileceği
konusunda sizlere bir izlenim vermek ve bazı
şeyler üzerinde sizin “düşünmenizi” sağlamaya çalışmaktır.
Sanırım, bugünlerde, bu yıllarda, toplum olarak, ulus
olarak, her zamankinden çok, düşünmeye, özellikle bizim
için yaşamsal bir olgu olan “Atatürk Olgusu” üzerinde düşünmeye
mecburuz.

Böyle bir olguyu incelemede “Yöntem”, bütün bilimsel
incelemelerde olduğu gibi, “verileri saptamak”tır. Yani,
neler biliniyor bu konuda; kesin bilinen neler vardır; onları
saptamak ve toplamak.... İkinci basamakta ise bu verileri
düzenleyip, bunlara dayalı tutarlı açıklamalar yapmak...
Şunu da söyliyeyim ki, bu konuda olduğu gibi, bütün bilimsel
çalışmalarda bir tek temel dayanak vardır: O da:
“nedensellik varsayımı”dır. Yani: “her doğa olayında, her
toplum olayında, kısacası evren içinde geçen her olayda
birtakım zorunlu nedenler vardır”. Olgular, bu zorunlu
nedenlerin sonucudur ve olaylar oluştuktan sonra, yine zorunlu
olarak, birtakım yeni sonuçlara yol açarlar.
İşte bu, “verileri toplamak ve tutarlı varsayımlar, tutarlı
açıklamalar aramak”, bu işlem, konunun özelliğine göre
bazı özgül yöntemler (spesifik yöntemler) gerektirir.
Bir tarihçinin çalışma yöntemleri, bir ruhbilimcininkinden
farklıdır. Bir matematikçinin çalışma yöntemleri,
bir iktisatçının çalışma yöntemlerinden farklıdır. Ama
hepsinde temel dayanak, biraz önce sözünü ettiğimiz nedensellik
varsayımıdır.

Şimdi biz konumuzu tanımlıyalım ve sözünü ettiğimiz
yöntemlerin konumuzla ilişkisine bir göz atalım:

(1) Birincisi: “Atatürk Olgusu”, daha baştan da söylediğimiz gibi, “tarihsel bir olgudur.” Yani birtakım nedenlerin zorunlu sonucu olan bir süreçtir ve bu sürecin zorunlu olarak gerçekleşmiş birtakım sonuçları olagelmiştir, bundan sonra da olacaktır. Bu tarihsel bir olgunun temel
niteliğidir.

(2) İkincisi: Bu sosyal bir olgudur. Büyük bir toplumu bütün sosyal cepheleriyle sosyal yapısıyla, sosyal fonksiyonlarıyla, kurumlarıyla, ekonomisi ile, sosyal mobilite dediğimiz hareketliliği ile, bütün toplum
işleyişini ilgilendiren bir olaydır.

(3) Üçüncüsü Sosyal bir olaydır. Aynı zamanda sosyo-politik bir olaydır. Yani, toplumu etkileyen kuvvet dengesi ile ilgili ve bu dengenin
değişimleri ile ilgili bir olaydır. Bu anlamda, “siyaset bilimi”nin de konusudur.

(4) Sosyo-kültürel bir olaydır: Toplumun bütün yarattığı biçimleri etkileyen ve elbette onlardan etkilenmiş olan, bir olaydır.

(5) Bir “ savaş” ve “savaşım” olayıdır, bir “savaş ve savaşım” olgusudur, bir çelişme ve çatışma olgusudur; (bunu çok genel anlamda
söylüyorum): Padişahlık ve Halifelik karşısında Cumhuriyet
fikrinin, esaret karşısında, bölünme karşısında, Devlet
bütünlüğü ve tam bağımsızlık fikrinin bir çatışması ve bu
çatışmanın belirli bir fikir doğrultusunda çözümlenmesini
amaçlıyan, büyük bir kuvvet sarfını gerektiren bir
olgudur. Bu anlamda, bu çok genel anlamda “askeri” bir
olgudur;

(6) Aynı zamanda bir etkileşim, bir Sibernetik olgusudur.

(7) Bundan sonra “Atatürk Olgusu”, “psiko- sosyal” bir olgudur. Şu anlamda ki, ruhsal kaynaklı birtakım nedenler, özellikle bir “kişi”nin kişiliğinin derinliklerinden gelen birtakım güdücü güçlerle, birtakım
güdülerle, toplumu her kademesine, her zerresine kadar
kökünden sarsan, değiştiren bir olgudur.

(8) Bunun tersi olarak “sosyal- psikolojik”, yani sosyal –psikoloji biliminin (tutumların, tavırların ürünü) inceleme konusuna
giren bir olgudur. Bunlar teker teker hepimizin ruhsal yapılaşmamızı,
toplumsal kaynaklı inanışlarımızı, çevreden
aldığımız tutumlarımızı, tavırlarımızı etkilemiştir. Ve nihayet:

(9) “Psikolojik” bir olgudur. Bir kişinin ve onun etrafında
yer alan koca bir toplumun kişiliklerinin her birinin
ruhunda bilinçli ve bilinç –dışı yaşantılar yaratan, onları
örüntüleyen bir olgudur. Konu, bu özellikleriyle, hem
davranış bilimlerinin, hem kültür bilimlerinin, hem de
insan bilimlerinin inceleme alanına girer; bunların kavuşağında
yer alır. Ve bütün bu karmaşık örüntünün odak
noktasında bir “İNSAN” belirir: ATATÜRK.
Gerçekten toplumsal olgu ile bireysel olgunun bu
denli kesiştiği durumlar, tarih boyunca azdır. Stephan
Zweig’ın meşhur “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı
Anlar” diye yazdığı kitapta sözünü ettiği, insanlık kaderini
etkileyen büyük olayların, çok etkin bireylerin rol
aldığı büyük olayların tarihte nadir olarak karşımıza çıktığını görürüz.

Gerçi bugün modern tarih anlayışımıza
göre, bireyin etkisi, yakından bakıldığında çok büyük görünür;
ama uzaktan bakıldığında sıfıra iner. Diyelim ki.:
Dört bin yıllık insanlık tarihi içinde Atatürk olgusunun
yeri, biraz önce ya da biraz sonra gelmiş olmasıyla pek de
sonucu değiştirmiyecek bir olgudur (yani bu tarihin genel
akışını pek de fazla değiştirmiş olmıyacaktı). Hele, daha
gerilere gittikçe, zaman skalasını daha çok uzattıkça, diyelim
ki, tarih öncesinde tekerleğin, yahut da ateşin otuz
bin yıl önce, ya da elli bin yıl sonra bulunmuş olması,
nihayetünnihaye bugünkü uygarlığın daha önce, ya da
daha sonra ortaya çıkmasına yol açacaktı; ama tarihte geniş
çizgileriyle, kalın çizgileriyle büyük bir değişiklik yapmıyacaktı
denilebilir. Ama arkadaşlar, bir şeye dikkatinizi çekmek
isterim:

Böyle otuz bin yıllık, elli bin yıllık süreler boyunca tarih
çizgisinin değişip değişmemesi (tarihsel olguların böyle
otuzbin yıl önce, ya da ellibin yıl sonra gerçekleşmesi),
tarihçi için belki az önemli olabilir, ama o çağı, o yüzyılları
yaşıyan herhangibir belirli toplum için (o toplumun
kendisi için) çok önemli olaylardır bunlar. O denli
önemli olaylardır ki, bizim toplum olarak var olup olmamamızı
etkileyen olaylardır. Eğer “Atatürk Olgusu”
tarih içinde o çağda yerini almış olmasaydı, bugün belki de
hiçbirimiz şu anda...bırakınız bugün burada bulunmayı,
dünyada bile olmayacaktık.. Belki bir Devletimiz de, bir
Bayrağımız da olmayacaktı. Belki de şu topraklar üstünde
Türkçe konuşan bir tek insan bile olmıyacaktı. Bu Prehistoyacı
için önemsiz bir olgu olabilir ama, bir toplum
için çok önemli bir olaydır. O açıdan, biz buna önemle
yaklaşmaya mecburuz.

“Bilişim Kuramı” diye bir teori vardır. “Bilişim kuramı”
çok geniş kapsamlı bir kuramdır, adeta bir özel bilim
dalıdır ve burada “birimlerin etkı sınırları” incelenir. Yani,
birimler arasında (“birim” diyorum, “birey” demiyorum),
birimler arasında etkileşimin nedenleri ve sınırları incelenir.
Bu etkileşim birtakım ölçütlere göre değerlendirilir. Bu
disiplini size uzun boylu açıklamak istemiyorum. Yalnız şu
kadarını söyliyeyim ki, bir birimin (ister canlı birim olsun,
ister cansız birim olsun, ister bir makine olsun) eylemi sınırlıdır.
Yapabileceği eylemin bir sınırı vardır. Nihayet Galaksinin
bir yerinde bir yıldız ”nova” halinde gelip patlasa
bile, ateş olsa cürmü kadar yer yakacaktır. Galaksi’nin öbür
yıldızları belki bundan hiç etkilenmiyeceklerdir. Kaldı ki,
toplum çerçevesi içinde bir bireyin etki sınırları çok çok
daha azdır. Nihayet, dediğim gibi, son haddine vardığında,
o toplumun ölüm ve yaşam arasındaki varlığını etkiliyebiliyor.

Tabii, ölecekler ve de yaşayacaklar için bu çok
önemli bir etki..: Evet bir birimin eylem sınırı üç nedenle,
üç sebeple tayin edilebiliyor., belirlenebiliyor:

a. Bunlardan bir tanesi, o birimin “bilgi kapasitesi”-
dir.

b. İkincisi birimin “bilgi işlem kapasitesi”, yani o birimin
bu bilgiyi işleyip yeni bilgiler oluşturma yeteneği.

c. Üçüncüsü: de “çevresini kontrol kapasitesi”...Bir
uzun menzilli topun etki kapasitesi, nihayet, sekiz-on kilometredir.
Ama bir kıtalararası füzenin etki kapasitesi, çok
daha uzağa varır. Ay’a giden bir füzenin etki kapasitesi çok
daha uzağa varır.

İşte bu üç öge: Bilimin edinmiş olduğu bilgiler, o bilgileri
öğüterek ürettiği bilgiler, ve nihayet çevresine yapabildiği
etkiler onun etkisinin sınırlarını belirler. İnsanlık
ölçüsünde düşünülecek olursa, hele bizim çevremizde düşünülecek
olusa, ulusal çevrede düşünülecek olursa, bu ne
biçim bir bireydir ki; eylemi sınırlar tanımamış, zamana
ve mekana bu denli hakim olabilmiştir; ölümünden kırk
bir yıl sonra şu kadar insanı, Türkiyenin kimbilir kaç yerinde
biraraya toplıyabilmiş ve şu denli etkileri üzerinde
konuşma sağlıyabilmiş bir insandır? Şimdi, işte bu bireyi,
bu birimi, (kendi tabiriyle) “ADAM”ı tanıyalım:
Bu birey bir “yapı”ya sahiptir. Ve bunun üzerine “yapılaşmış”
bir kişiliğe sahiptir. Yani doğuştan getirilmiş birtakım
özelliklere ve onun üzerine de yaşam boyunca oluşmuş
birtakım tepki, düşünce, davranış ve duygu kalıplarına sahiptir.
Şimdi bu “Adam” ın yapısına ve yapılaşmasına bir
göz atalım:
Bizim bilgi alanımız açısından, benim ihtisas (uzmanlık)
alanım açısından:

Atatürk’ün bilgisi sınırlı idi. ve kendi çağında toplumda
yaşayan çok kişiden daha sınırlı idi. Nice alim profesörler,
müderrisler, bilgi sahibi insanlar vardı ki, Atatürk’ün bildikleri,
belki ömrünün sonuna kadar öğrendikleri, onların
“bildiklerinin” yanında “az” idi.
Çoğumuz gibi, Atatürk’ün
bilgisi kendi kültürel çevresinin kendisine verebildikleri
ve kendisinin alabildikleriyle sınırlı idi. Ama buna
rağmen, neden kendisinden çok çok bilgili, çok “alim”
kişilerin yapamadığı ölçüde eylemini etkili kılabilmiştir
bu insan?
Bunu, bu noksanlığı kapatmaya çalışmıştır
Atatürk.. Talihin bir lütfuyla, ben Atatürk’ü çok yakından
tanıyan, hatta onun hayatının en kritik döneminde,
Kurtuluş Savaşı yıllarında ve ondan önceki yıllarda, onunla
çok yakın eylem birliği içinde olmuş olan kişilerle konuştum.
Onların eylemlerini ve Atatürk’ün kişiliğini birinci
dereceden, onların ağzından dinleme şansına sahip oldum.
Onlar demişlerdi ki: Atatürk çok bilgili bir adam
değildi. Onların kendi ölçülerine göre, Fransızcası da pek
parlak değildi... derler... Ve düşmanları, ya da rakipleri,
Atatürk’e, “Simple soldat” (basit asker) demişlerdir ki,
Atatürk’ü en çok kızdıran yafta bu olmuştur. Ve kızdığı
zaman “evet! evet, ben simple soldat’yım” demiştir ama,
hiçbir zaman bunu kabullenmemiştir. ”Basit asker” dendiği
zaman, “Piyade talimnamesi”nin dışına pek çıkmayan,
“ihata” gücü, yani olguları kucaklama gücü o sınırlar içinde
kalan, emir almaktan ve o emirleri uygulamaktan başka bir
şey bilmeyen “öl” deyince ölen, “kal” deyince kalan bir otomat,
bir “asker”, ya da Alman genelkurmayı’nın o zamanki
deyimiyle, bir ”harp hayvanı” (bir savaş hayvanı) dır. Atatürk
hiçbir zaman kabullenmemiştir, bu deyimi. Ama
Atatürk de bir bilgin, bir şair, bir filozof değildi. Hatta,
bunun nedeni, uzun boylu “medrese eğitimi görmemiş”
olmasıydı ve uzun boylu “kütüpane kurdu” olacak vakti
bulamamış olmasıydı.. Ömrü savaşmakla, düşünmekle
ve çarpışmakla geçmiş bir insandı. Ama bu, hiçbir zaman,
onun basit bir “simple soldat” olduğu anlamına gelmez..
Tam tersine, Atatürk, ona “simple soldat” diyenlerin en
büyük çoğunluğundan ve bizim toplumumuz içinde
parmakla gösterilecek, parlak kültür sahibi insanların
çoğundan daha üstün bir kültürel etki kapasitesine sahipti.
Nasıl sahipti? Şimdi arzedeceğim:

Atatürk DİLİNİ bunların hepsinden daha iyi kullanıyordu.
Atatürk, dil ile ifade edilen kavramları, bunların
herpsinden iyi biliyordu. Atatürk, önüne sürülen cümleler
ve öneriler (önermeler) içinde en uygun olanını, o eşsiz
zekasıyla, en kısa zamanda ayırdetmeyi ve ifade etmeyi
biliyordu ve gözünü kırpmadan, icap ettiği anda, aklındaki
en mükemmel düşünce neyse, ona göre, eyleme geçmeyi
biliyordu.

Atatürk bunu nasıl geliştirmiştir? Bu soruyu tekrar
sordum; cevaplandırayım:

1. Atatürk, çocukluğundan beri, dil öğrenmeye, kendi
diline hakim olmaya son derece önem vermiştir. :Atatürk
bir “tartışma adamı” idi. Atatürk sohbetler adamı, bir
“çevreler adamı” idi. Ne zamandan beri? Çocukluğundan
beri. Atatürk, daha ortaokul’da iken Selanik’te bazı
kahvelerde, öğrencilerin devam ettiği bazı lokallerde, sekiz
kişiyi, on kişiyi etrafına alır, hararateli bir şekilde onlarla
tartışır, onları dinler, onlara cevaplar yetiştirir ve onların
arasında “fikir oluşturur” idi. Onların kültür sınırları ne
ise, kendi kültür sınırı da ne ise, o sınırlar içinde mümkün
olabilecek en iyi fikri oluşturmaya, tartışarak çalışırdı. Bu,
Atatürk’ün adeta ikinci yaradılışı olmuştur ve ölünceye
kadar, öldüğü zamana kadar devam etmiş bir özelliğidir.
Gerçekten de “dil” ve “ifade” ancak etkileşimle edinilir.
Bir insanın kafası dilinin ölçüsündedir; ne denli “tartışırsa”,
ne denli “fikir alış-verişi” yaparsa, “kavram”ları o
denli etkili bir hale gelebilir, o denli “sağlam hesaplar”, o
denli “sağlam düşünceler” örgüleyebilir.
Atatürk bunu
mükemmel yapardı. 2. İkincisi: Bilgi- işlem kapasitesi
Atatürk’ün kafasında harikulade idi.

Bu yeteneği “en verimli”yi ayırmada, kullanmıştır.
Ve bir devreden sonra, Ortaokul’dan sonra, bu yeteneğini
kendisi (özel bir gayretle) işlemiştir, kendisi geliştirmiştir
ve ölünceye kadar da verimini en yüksek düzeye çıkarmıştır.
Atatürk bir “mantık adamı” idi. Bunu bütün
(söylediklerinde ve bütün yazdıklarında görebiliriz. Ve
nihayet, bir insanın “etki kapasitesi”ni belirliyen,üçüncü
öge, yani “kontrol kapasitesi” Atatürk’ün çok üstündü.
Nasıl elektrik yüküne sahip olan bir maden etrafında bir
“elektromanyetik alan” yaratırsa, bu insan da çevresindekileri
etkileyen bir komünikasyon gücüne (bir iletişim
gücüne) sahipti. Bütün konuşmalarında, onları, bir süre
sonra kendi emri altına alır ve onlarla konuşmalarında
“(emir-imperatif ve yargı-definitif (informatif ) ibarelerinin
çokluğu), hem onların fikirlerini tartışır, onlardan
yararlanır, onları çözümler, hem de onları kendisine bağlardı.
Atatürk, çocukluğundan beri, hangi meclise girmişse;
o meclisin odağı olmuştur. Ve zamanla, sekiz on yaşlarından,
on iki yaşlarından beri insanları etkileyen iletişim
kalıplarını öyle güzel öğrenmiş, öyle güzel geliştirmiştir
ki, hangi insana, hangi bölüğe, hangi kolorduya, hangi
millete nasıl hitab edileceğini ve nasıl harekete getireceğini,
bunun için etkili eylem kalıplarının ne olduğunu, söz
kalıplarının, düşünce kalıplarının (kavram) ne olduğunu
çok iyi bilmiştir. Bir defa bu maya tuttu mu insanda,
sonunu artık o kişi kendi kapasitesi (Allah vergisi) olan ne
ise onunla geliştiriyor. Çevrenizde liderlik özelliği olan
kişilere dikkatle bakınız. Bunlar, “etkili söz”leri ve etkili
“komut”ları, etkili mimikleri ve etkili jestleri, yavaş yavaş
kendileri geliştirirler ve öğrenirler ve onları en etkili
biçimde kullanırlar.
Şimdi bu “Olgu”yu “İNSAN”ı, ATATÜRK’ü daha yakından,
daha derinliğine ele almaya çalışalım:
Hiç şüphesiz, Atatürk,”yapı” bakımından üstün yeteneklerle
doğmuştu. DAHİ idi. Burası hiç tartışmasız! Yalnız
“Deha”yı daha iyi anlamaya çalışalım. “Atatürk dahi
idi” derken, Atatürk doğduğunda, şu kadar milyon nüfuslu
bir İmparatorluğun içinde “en akıllı, en üstün yeteneklerle
dünyaya gelmiş insandı” demek istemiyoruz.
Belki zekası
ondan kat kat (hayli) üstün, belki yetenekleri ondan kat
kat (hayli) üstün (birçok) insanlar vardı. “Deha”, öyle,
kırk yılda bir kumların arasında bir istiridyenin karnından
çıkan bir inci değildir. Psikologlar çok iyi bilirler ki,
deha, onbin kişiden bir kişiye vuran bir piyangodur ve o
da toplumumuzda bol bol vardır. Her yıl Üniversiteler
arası (seçme) giriş sınavında kırk-elli dahi Tıp Fakültelerinin
giriş imtihanını kazanır. Bunlar ne olurlar? Bir kısmı
“sadece doktor” olur, bir kısmı daha üstün kapasiteli
doktor olur. Ama bunların arasında Atatürk’ün doğuştan
getirdiği yeteneklerden, üstün zeka yeteneklerine sahip
olan belki elli, belki yüz, belki bin kişi vardır. Ama
“Atatürk” olmak için, bu yeterli olmuyor.
Hele hele bu
kırk-elli kişinin sekiz, on katı, hiç eğitim görmediklerinden
dağda, bayırda, ya da kendileri için zararlı bir takım
çevrelerde yetişmiş oldukları için tımarhanelerde, hapishanelerde
bulunuyorlar, ya da ömürlerini meyhanelerde
tamamlıyorlar. O halde, “deha”, “denizden çıkarılan bir
inci tanesi değil, emekle, sulamayla boy atan bir bitki...”

Deha”, çekirdeğini, Tanrının yarattığı, kalanını
sosyal koşulların oluşturduğu bir ortamda kendi kendini
tamamlıyan bir olaydır, bir olgudur.Yani, “Dahi,
kendi dehasını, bir zaman sonra, kendi yaratan kişidir”.
Atatürk de, kesinlikle böyledir. Atatürk’te bu orantının
(yani ne kadarı doğuştan gelmiş, ne kadarı sosyal, koşullarla
olmuş, sonra ne kadarını da kendisi yaratmış), ne
olduğunu, derecesini bilmiyoruz. Ama şunu söyliyelim
ki, Atatürk doğduğu zaman, yaratılışı açısından, “toplumda
tek” kişi olamazdı, bu istatistik bir gerçektir.
Buna imkan veremiyoruz, yani, “Tanrısal” bir yaradılışı
yoktu Atatürk’ün; sizin, benim gibi insanlardan biriydi,

belki bizden oldukça daha zeki bir kapasite ile dünyaya
gelmişti. O halde, olanaklar elverdiğince, bu “Deha”nın
oluşumunu ve ögelerini anlamağa çalışalım. Önce şu.
“Bilişim ve Kontrol Alanı” dediğimiz şeye bir göz atalım:
“Bilişim”; Bir birim’in (insan olsun, ya da bir komputer
olsun) çevresi ile bilgi alış-verişi, etkileşimi anlamına
gelen bir kelime. Ve bir de onun etkilediği alan var. Buna
bir göz atalım:

Kutsal kitap der ki (Yani İncille Tevrat’ın bir arada
bulunduğu,”Kitab-ı Mukaddes” dedikleri kitap), birinci
satırda: “Başlangıç söz’dü”. Yani, başlangıçta hiçbir şey
yokmuş, sadece Tanrı varmış, O Tanrı’nın da bir sözü varmış,
aklında bir “niyet”- varmış; “Ol!” demiş, olmuş; Kainat
öyle gerçekleşmiş. Yani şu anlamda: “Evren Tanrı’nın
kafasında (zihninde) bir “düşünce” idi, sonra “eylem”e
dönüştü, ve “eylem’in gerçekleşmesi”, hala sürüp gidiyor,
Tanrı’nın “eylem”i ile var oldu. Goethe de diyor ki: “Hayır”,
başlangıç eylemdi”. Bu iki ifade de doğrudur. Şu
bakımdan doğrudur: Bugün biliniyor ki; “söz”, eylemin ta
kendisidir. İnsanın beyin hücrelerinde oluşan bir eylemdir
ve belki de eylemlerin en etkilisi, en güçlü, en “enerji
bombası” gibi güç taşıyanıdır. Bir emirle ordular kendilerini
ateşe atarlar, bir sözle uluslar savaşa girerler, bir sözle
barış kurulur.

...Düşünce dış çevrenin bir aynasıdır. Eğer bizim duyularımız
olmasa düşüncelerimiz dış çevreye uymazdı. Ve
bizim eylemlerimizle etkilenen, bir anlamda da bizim yarattığımız,
şekil verdiğimiz “çevre”, bizim düşüncelerimizin
bir uzantısından ibarettir. Ve Atatürk’te bu, herkesten
çok, böyle olmuştur. Atatürk’ün düşünceleri topluma
da, çevreye de, hatta çevremizdeki binalara, yollara bile,
demiryollarına bile biçim vermiştir. Atatürk için olduğu
gibi, herkes için, çevre sorunlarının çözümü( çevredeki
problemlerin çözümü) önce düşüncede yapılır. Düşünce,
adeta, bir satranç tahtası gibidir; ve sorunların çözümü
zihinde karara bağlanır. Bu karara bağlanış simgeler yardımı
ile olur. Yani dışarıda ordular döğüşür, insan düşüncesinde
ise simgeler birbirleriyle maç yaparlar, birbirlerini
altederler ve ayakta kalan düşünce hakim olur. DİL bu
satranç tahtasında oyunun sürüp gitmesi için, çok önemli
bir araçtır. Meşhur bir “Whorf-sapir Hipotezi” vardır...
Der ki bu dil bilgini: “Toplumlar dillerinin mükemmelliği
ölçüsünde mükemmel düşünürler. Bir toplumun kültürü,
bir toplumun eylemi, bir toplumun uygarlığı, kısacası bir
toplumun düşüncesi; onun dilinin yapısına bakarak anlaşılabilir”.
Bu, birey için de doğrudur. Bir insanın ( çocuklar
burada özellikle söylüyorum) için yol gösterici bir
tarafı vardır bunun.. Dilinize önem veriniz.. Dilinizi doğru
kullanmaya çalışınız.. Aksi halde, eylemleriniz yetersiz
olur. Hele düşmanlarla ve düşmanlıklarla dolu bir dünyada
bizim toplumumuz, dili yetersiz olduğu ölçüde, yenik
düşmeye mahkum kalacaktır. Dilinize çok önem veriniz.
Atatürk diline çok önem verdi. Hatta bilirsiniz ki
onun taaa, elli yaşından sonra bir de gerçekleştirmeğe
başladığı çok büyük bir “ Dil Savaşı” vardır. Türk dilini en
etkin dil haline getirmek için elinden gelen çabayı harcamış,
hatta sağlığından olmuştur..Bunu da hatırda tutunuz.
Ama bunun kökeni daha onun ortaokul sıralarında iken
Türk Diline ve Türk edebiyatına merakıyla başlar. Atatürk’te
dilin bu kadar mükemmel oluşması,” etkili” biçime
girmesi, yaradılışının bir lütfu ile oldu: Bunlardan bir tanesi,
bu adam bir dahi idi. Yani doğuştan zihni kapasitesi
yüksekti. Bir kompütörün transistörlerinin sayısı ne kadar
fazlaysa, o kompütör o kadar büyük bir etkiyle çalışır. Eğer
Atatürk’ün kafası yumruk kadar olsaydı, elbette bu işi
yapamazdı. İkincisi.

Talihin Atatürk’e ikinci lütfu:

Doğuştan
“dışa dönük” bir adamdı. Biz bugün diyoruz ki,
psikiyatride: bazı insanlar yapı itibariyle “dışa dönük”tür,
dış uyarımları almağa ve eylemlerini dışa aksettirmeye çok
fazla eğilim gösterirler.. Buna karşılık bazı insanlar “içe dönük”
tür. Bu hallerin ikisi de “normal”dir. Birer “tip”dirler
bunlar, bir merdivenin iki ucu gibidirler bunlar adeta, bir
spektrumun iki ucu gibi... Bir tarafta çok içine kapanık,
arkadaşı çok az, çevreyle ilişki kurmaktan kaçınan insanlar,
durgun insanlar, öbür tarafta çok konuşan, çevreyle
sıcak duygusal ilişkiler kuran ve bütün dikkatini çevrede
dolaştıran insanlar... Atatürk bu tarafta idi. Bunlar
toplumda az bulunan kişilerdir. Çoğunlukla, bunların
karışımı olan bir tip ortada yer alır. Atatürk’e ve bize talihin
bir lütfu ki onun dil gelişmesine çok etkili olmuştur
bu, düşünce gelişmesine çok etkili olmuştur, çok komünikatif,
çok konuşkan bir insandı Atatürk ve çevresiyle
sürekli ilişki halindeydi. Sohbeti çok sevmiştir. Atatürk
çevresiyle sürekli ilişki halindeydi... Atatürk, bu karakteri
yüzünden çekişmeyi çok sevmiştir. Ve zaman zaman da
bayağı kavga çıkarmayı çok sevmiştir, kavgacı bir kişiliği
vardı Atatürk’ün. Ve bu nedenledir ki, Atatürk’ün daima
canlı bir çevresi olmuştur etrafında... Gülen, söyleyen,
şakalaşan, tartışan, kavga eden ve gürültü- patırtı eden bir
çevresi olmuştur. Bu, ölümüne kadar da böyle devam etmiştir.
Bu çevredir ki, onda dil gelişmesini beslemiştir.
Atatürk tartışmayı sevmiştir. O bir Söz Adamıydı, bir
sohbet, bir meclis adamıydı.
Size sorayım çocuklar, bakalım
biliyor musunuz Atatürk Ortaokuldayken en çok hangi
dersleri severdi? (“matematik” cevapları). Bravo..başka?
Edebiyat...Şimdi size çok tuhaf gelebilir bu. Edebiyatla
matematik...ne kadar aykırı bir şey birbirine. Biri şiir falan,
filan; öbürü donuk, kuru sayılar, kantiteler, şunlar, bunlar...
Değil aslında...Bertrand Russell ortaya koymuştur
ki, dille matematiğin hiçbir farkı yoktur. Gerçekten de,
ikisi de içi boş birer kalıptan ibarettir, ikisi de ilişkiler
sistemidir, kavramasal ilişkiler sistemidir.. Gramerle
matematik kuralları, cebir kuralları biribirinden tamamiyle
fasrksız şeylerdir(Özde!). Bugün siz modern mantık
okuyacaksınız, yahut okuyorsunuz, modern matematik
okuyanlarınız pek iyi bilirler ki, kavramlar ile (sözle ifade
edilen kavramlar ile), matematiksel kavramlar arasında hiçbir
ayrılık yoktur. (İkisi de “simgeler arası ilişki”dir).. Ha
“çocuk” kullanmışsınız, ha “elma” kullanmışsınız, ha “birim”
kullanmışsınız, ha “küme” kullanmışsınız, ha parantez
kullanmışsınız... Bunun hiçbir farkı yoktur. Atatürk,
daha o yaşında, kafasının eğilimi gereği, bu iki sistemi
birbirine bağdaştırmıştır. Ve bunlarda üste çıkmayı çok
arzu etmiştir. Çıkmıştır da!... Bir başka özelliği Atatürk’ün:
gene bu dışa dönük kişiliğinin bir özelliğidir. Dışa dönük
insanlar çok çabuk heyecenlanırlar, çabuk öfkelenirler,
çabuk severler, çabuk nefret ederler ve duygusal tepkilerini
çabuk gösterirler.
Atatürk’ün de bu dışa dönük, bu “ekstrovert”
kişiliği yüzünden, bir “duygu adamı” olduğunu
çok iyi biliyoruz. Atatürk çok keskin duygulara sahip bir
insandı. heyecanlı bir insandı ve kabına sığmayan bu
duygularını da derhal ifade ederdi.
Bunun için de, en
etkili söz kalıplarını bulur, ya da en etkili eylem kalıpları
ile bunu ortaya dökerdi. Yalnız, yanlış anlamayınız: “Atatürk
duygularının etkisi altında abuk sabuk işler yapardı;
yüzüne gözüne bulaştırırdı” anlamında bunu kesinlikle
kullanmıyorum. Atatürk, günlük yaşamında, kavga eder,
küser, şunu yapar, bunu yapar, ama ciddi işlerde duygularının
bu baskısını sürekli olarak, en mantıklı biçime
dönüştürmeyi bilirdi. Ve bunu heskesten de en kısa zamanda
yapabilirdi. Ve her zaman da bunu tartışmaya hazırdı.
Tartışmaları meclislerde yapmıştır, komisyonlarda
yapmıştır, sofrasına aklı eren adamları toplamıştır, bilginleri
toplamıştır, askerleri toplamıştır ve hep daima ve daima
fikir danışmıştır.
Atatürk, adeta “kurmayını kafasının
çevresinde gezdiren” bir adamdı.. Aksiyonlarını daima
tartışarak planlıyan bir adamdı. Bunun, bu kadar kısa bir
süre içinde, bu kadar etkili biçimde, ortaya çıkmasının
nedeni de, kabına sığmıyan dürtülerle, kabına sığmıyan
bir ruhsal enerjiye, yani duygusal enerjiye (instinct) bir
gerilime, ruhsal gerilime sahip olmasıdır.
İşte bu gerilimin
etkisiyle, Atatürk çevre ilişkilerini arttırmış, ifadesi
gittikçe zenginleşmiş ve ayrıntıları kapsıyan bir ifade kazanmıştır,
kesinlik kazanmıştır, nüansları çok güzel ifade
eder olmuştur. Özellikle, duygusal ağırlık vermek istediği
kavramlara en güçlü kelimeler seçmeyi, kullanmayı
bilmiştir.. İşte bu iki öge, bu “dil” ve “matematik”, daha
Russell’den çok önce, Atatürk’ün sezgisiyle, iç sezgisiyle,
kavradığı bir birlik oluşturmuştu, onun kafasında..
Onun kafasında birleşmişti bu iki alan. Atatürk hiçbir
zaman bir “şair-matematikçi” olmamıştır. Şiir yazan matematik
hocası, ya da matematikle uğraşan bir şair olmamıştır.
Atatürk daima bir “eylem adamı” olmuştur. Ve
aksiyona dönüştürmüştür daima kavramları. İşte farkı
budur: Bir şair, duygularını en uygun kelimelerle kağıt
üstünde “sanata dönüştüren” kişidir, bir matematikçi
düşüncelerini en etkili biçimde, kağıt üstünde, denklemlere
dönüştüren kişidir. Ama bu yeteneklere sahip, toplum
içinde etkili, “bir eylem adamı, düşününüz ki, en etkili
düşünceleri ve duygusal kaynaktan gelen enerjisiyle, en
güçlü düşünceleri, anında eyleme dönüştürebilmektedir.
İşte Atatürk’ün şansı ve tabii toplum olarak da bizim
şansımız, buradadır. Atatürk’ün bir “şair-matematikçi”, ya
da bir”matematikçi şair” olmayıp da, düpedüz bir asker
ve bir politika adamı olmasındadır. Elbette burada çevre
koşullarının ve kaderin tayin edici bir rolü olmuştur.
Atatürk, doğuşundan beri, “ekspansif”, çevreye etkisini
yaymak isteyen ve hareketli bir tipti. Yani, (Kretschmer
vardır, meşhur, şu “Beden Yapısı ve Karakter” kitabının
yazan Kretschmer) onun deyimiyle, “piknik” ve “atletik”
tiplerin bir karışımıydı. Atatürk’ün vücut yapısına bakarsanız,
da yanı şeyi görürsünüz. : Deyirmi bir çehre, fakat
güçlü bir alt çene, kısılmış dudaklar ve gençliğinde, hatta
son zamanına kadar atletik bir vücut yapısı, ince kollar,
ince bacaklar, tıpkı piknik yapılı insanlar gibi.çabuk heyecanlanma,
çabuk köpürme ve çabuk kendini toplama..
Yani beden yapısı bakımından...bu işte, hem atletik, hem
piknik tipin özelliklerini, bizim için şans olacak şekille,
en uygun orantılarda birleştirmiş bir beden yapısıdır.
Atatürk’ün ”nöro-vejetatif ” tepkileri (yani istem-dışı duygusal
tepkileri) çok seri idi. Tanıyanlar yazıyorlar, söylüyorlar,
bana da anlatanlar oldu: Çok çabuk kızar, çok
çabuk sararır, çok çabuk kızarır, yumrukları çok çabuk
sıkılır ve derhal hareket etmeye başlar imiş.
Bana bir-iki
olay anlattılar. Bir tanesi ( ve bu yüzden de, zaman zaman,
Atatürk’ün talihsiz diyebileceğimiz “panik”leri olurmuş ).
Bunlardan ikisini, şahit olanların ağzından dinledim. Bir
tanesi: Rauf Bey’dir. (Meşhur Rauf Orbay, Atatürk’ün eski
arkadaşı olup, sonradan araları açıldığı için Atatürk’ün
"nutuk"unda hayli serzenişte bulunduğu Rauf Orbay)...
Garip bir tesadüfle, doktor olduğum için, orada hasta olan
rahmetli Adnan Adıvar’ın (ki büyük bir kalp şikayeti vardı,
sürekli olarak, bizim hocalarımız başında bekliyorlardı,
bizim hocalarımızın hocası idi) başında bizi de (asistanları)
sıra ile, nöbete soktular. İki aydan uzun bir süre geceli-gündüzlü
diyebileceğim şekilde, haftalarca yanında kaldım ve
çok geniş sohbetlerimiz oldu, çok saygı değer bir kişiydi.
Ondan, Atatürk hakkında, çok değerli bilgiler öğrendim,-
birinci ağızdan. Onu sık sık ziyarete gelen Rauf Orbay’ın
ağzından da çok ilginç bilgiler edindim. İzin verirseniz
iki tanesini size nakletmek isterim:
Bunlardan bir tanesi:

Atatürk, Kurtuluş savaşını yapmak üzere Samsun’a çıkıyor,
Erzurum’a gidecektir. Daha Samsun’a çıkar çıkmaz
Erzurum’da kolordu komutanı olan Kazım Karabekir Paşa
ile telgraflaşıyorlar ve açık açık dile getirmemekle beraber,
durum odur ki, Kazım Karabekir Paşa Atatürk’ün
emrine girecektir ve birlikte Kurtuluş savaşına başlıyacaklardır.
Atatürk Erzurum’a gidiyor ve Karabekir Paşa onu
karşılamıya gitmiyor. Asker filan karşılıyor. Karşılamaya gelmeyince
Atatürk’ün içine kurt düşüyor: ” Acaba, beni tevkif
edip, İstanbul’a gönderebilir mi?” diye..Çok yakın sınıf
arkadaşı olduğu halde endişeye kapılıyor, paniğe kapılıyor.
Rauf Bey yatıştırmaya çalışıyor: “Yok, paşam, olmaz böyle
şey, nasıl olur?” falan diyor. Ve öyle bir paniğe kapılıyor ki,
Atatürk: “Betibenzi sapsarı, eli ayağı titriyor: O sırada işte,
Karabekir Paşa içeriye giriyor, “pat!” diye selam veriyor,
boynunda dürbünü, belinde tabancası.. Onu görünce
Atatürk daha da ürküyor: dışarıda atlar, askerler gelmiş.
Ve geliyor Karabekir Paşa: “ Paşam, ben ve kolordum emrinizdeyiz”
diyor..Atatürk, bir anda, sarılıp boynuna, şapur
şupur yanaklarından öpüyor. Ama derhal kendini toparlıyor.
Ve “şimdi işimize bakalım” diyor ve bilirsiniz, orada
bir toplantı yaparlar, beş altı kişi..: Rauf Bey, Refet Bey,
Kazım Karabekir Paşa ve birkaç kişi daha.. İlk defa yeminli
olarak, bu işte dönmek olmadığını... Hatta Atatürk diyor
ki ”isterseniz başkasını şef seçin” diyor; bir süre yalnız bırakıyor,
”Müzakere edin” diyor, dönüyorlar ve Atatürk’ü şef
seçiyorlar, ondan sonra iş başlıyor.

Demek oluıyor ki, Atatürk de paniğe kapılıyor ama,
hiçbir zaman paniğin etkisiyle eylemi bırakmıyor
ve
derhal kendini toparlayıp, işe koyuluyor... Atatürk’ün en
önemli özelliklerinden biri, en kısa zamanda, bıraktığı
yerden, o mantıklı işlem ne ise, ona devam etmesi..
İkinci bir olay: Ankara’da, san’at enstitüsünün bulunduğu
bina, o zaman genelkurmay başkanlığı imiş ve
arada bir, bir Yunan tayyaresi gelir, öteye beriye bir iki
bomba atar gidermiş. Günlerden birgün, gene bir Yunan
tayyaresi, gelmiş, İstasyonda mühimmat yüklü bir vagona
tam isbet yapmış ve top mermileri bir anda patlamış.
Çok büyük bir patlama: Ankara yerinden sarsılmış..
Atatürk o anda paniğe kapılıyor ve paldır küldür merdivenlerden
aşağı iniyor ve ondan sonra kendine geliyor
ki, İstanyon tarafından dumanlar yükseliyor. Ama indiği
anda söylediği sözler bunlar: “Çabuk, bir makinalı tüfek
bulun, şuraya tabiye edin. Gelin buraya, orada kaç
kişi var? Süngü tak! Tüfek!” diye komutlar vermeye
başlıyor... Sonra durumu anlayınca dönüp yukarıya çıkıyor
ve kaldığı yerden, gayet sakin bir şekilde çalışmasına
devam ediyor. Bu da gösteriyor ki Atatürk duygusal
tepkilerine ancak çok nadir hallerde hakim olamıyor,
fakat çok çabuk toparlanıyor ve derhal onları mantıksal
bir kontrol altına alabiliyor... Bu da üstün bir özelliği..
Çünkü, paniğe kapılmıyanımız hemen hemen yoktur;
hepimiz paniğe kapılırız. Ama Atatürk’ün bizden farkı
şu ki, birkaç saniye içinde derhal mantıklı eylem zincirine
bıraktığı yerden devam edebiliyor..
Yakınlarının sık sık tekrarladığı bir söz vardır. Atatürk’ün
en çok kullandığı söz şu imiş: “Şimdi biz işimize
bakalım”... Atatürk, tabii çok büyük felaketler içinde
eylemini oluşturmuştur. İsyanlar, bombardımanlar, cephelerin
çökmesi, geri çekilmeler, ümitsizlikler (kendisi hiçbir
zaman umudunu yitirmemiştir ama), umutsuzluğa kadar
varan(çevresinde herkesin umudunun yıkıldığı günlerde
dahi) Atatürk bir felaketi savuşturduktan sonra, hatta savuşturacağını
hissettiği anda: “biz şimdi işimize bakalım”
der..ve bıraktığı yerden, o an için önemli konu ne ise ona
devam edermiş. Bu da çok üstün bir yetenek...

Atatürk ifadesini nasıl geliştirdi:

Bu etkili, bu etkileyici, bu milyonları mobilize eden,
dilini ve düşüncesini nasıl geliştirdi? Atatürk, daha Askeri
Rüştiye’de öğrenci iken, Namık Kemal’i ve Tevfik Fikret’i
okurdu, büyük bir zevkle okurdu. Fakat, onun için en etkili
olanı, harp okulu sıralarında, Ömer Naci adında bir
arkadaşı ile tanışmış olmasıdır. O da, kendisi gibi öğrenci
idi. Ömer Naci, edebiyat meraklısı, zamanın “Servet_i Fünun”
dergisine, şiirler ve mensur şiirler yazıyor.Yani, düzyazı
ile şiirler yazıyor etkili sözcüklerle... Ve korkunç bir
hatip... Sonradan görüyoruz ki, bu Ömer Naci’yi, aradan
6-7 sene geçtikten sonra, devrin İttihat ve Terakki Komitası
hükumeti basıp Sadrazamı indirip, efendim, devrin harbiye
nazırını vuracakları gün, komitacılar, atlarına biniyorlar,
başbakanlığa yürüyorlar, o zamanın başbakanlığına... Bu
Ömer Naci: yokuşun başında durup bir nutuk çekmeye
başlıyor. Öyle bir nutuk çekiyor, öyle bir nutuk çekiyor
ki, o günün kalabalık saatinde, güpegündüz, binlerce ve
binlerce insan O adamın nutuk çektiği yere yaklaşıyorlar
ve “kabine düşsün” diye bağırıp çağırmaya başlıyorlar
ve gerçekten de hükümet darbesini gerçekleştiriyorlar.
Yani, “SÖZ”ü bu denli etkili kullanan bir hatip Ömer
Naci!..
ve derler ki, Atatürk Ömer Naci’nin hitabetinden
çok etkilenmiş ve iyi bir hatip olmaya Ömer Naci ile tanıştığı,
arkadaşlık ettiği sıralarda başlamıştır.
Atatürk
edebiyatı da denemiştir. Ama bundan çabuk vazgeçmiştir.
Çok fazla zaman harcamak gerektiğini ve nihayet
ortaya çıkacak eserin de bir “edebi eser”den başka bir şey
olmıyacağını anlayınca gücünü sözlere vermiş, yazıyla pek
fazla uğraşmamıştır. Zaten buna vakti de yoktu. Nitekim,
harb okulunda olsun, kurmay okulunda olsun, edebiyata
meraklı arkadaşları, birtalım silik şairler, silik edipler
olarak isimlerini edebiyat tarihlerinin bir köşeciğine yazdırmakla
kaldılar. Ama Atatürk, iyi ki bu yola sapmadı;
adını daha büyük puntolarla, çok önemli yerlere yazdırdı.
Atatürk’ün hitabetini hepiniz duymuşsunuzdur. Bizzat
Adnan Bey’e sormuştum, Dr Adnan Adıvar’a: “Hocam,
derler ki, Atatürk en büyük hatipti. Ondan sonra Hamdullah
Suphi’nin hitabeti meşhurdu Bu bir gerçek miydi?
Yoksa Atatürk’ün sağlığında onu memnun etmek için
söylenmiş bir söz müydü?”. Rahmetli Adnan Adıvar, Atatürk’le
arası o denli açıktı ki, Atatürk ölmeyince, Türkiye’ye
gelememiştir. Fakat son derece fikir namusu olan, dürüst
bir adamdı ve kesinlikle şiöye söyelmiştir: “Hayır, Atatürk
hayatımda tanıdığım en etkili hatiptir.
Ne ondan önce, ne de ondan sonra, böyle bir politik
hatibi ben görmedim” demiştir.
Atatürk’ün sözü etkili
kullanmasının en örnek bölümlerinden bir tanesi, Nutkun
3. Cildinde yer alan telgraflardır. Atatürk nutkunu
söylerken, olayları geriye bakıp yorumlamak için, belki
zorlamış olabilir anlatımıyla.. Ama Atatürk’ün değiştiremiyeceği
bir şey vardı, ogün yazmış olduğu yazılar, ogün
almış olduğu telgraflar... Daha Atatürk Samsun’da Mıntıka
Otelinde iken etrafa çektiği telgrafları göreseniz hayretler
içinde kalırsınız. O telgraflardan bellidir ki, bütün
memleket bir ay içinde bu adamın kontrolü içine girecektir.(
Tavsiye ederim, elinize geçerse, Nutkun 3. cildinin
en başında yer alan bu Atatürk’ün yazışmalarını, telgraflaşmalarını
dikkatle okuyunuz ve ne denli etkili ifadeler
kullandığına dikkat ediniz, onları belleyiniz).. Atatürk’ün
meclis nutukları da harikadır. Son derece etkileyicidir,
son derece açıklayıcıdır, çözüme bağlacıyıdır. Halk nutukları
da böyledir, Kastamonu’daki “şapka nutkundan
tutunuz, Sarayburnundaki “harf devrimi”, nutkuna kadar
ve sağda-solda söylediği birçok nutuklarda Atatürk en
olumlu vaazları, en çozücü ifade biçimlerini, en etkili olarak
kullanmıştır. Atatürk, kendi dili yanında, Fransızcaya
da hakim olmayı çok istedi... Bunda bir ölçüde başarı
sağlıyabildi. Çünkü, dediğim gibi, savaşlar ve görevler nedeniyle
fazla uğraşamıyordu bu işle. Çünkü artık okuldan
çıkmıştı, görevler bekliyordu kendisini. Fakat, Ataşeliği yıllarında,
Şişli’de bir Fransız hanımla, sırf Fransızcasını ilerletmek
amacıyla, adeta bir genç öğrencinin okul ödevleri
gibi, Fransızca mektuplar yazdığını çok iyi biliyoruz...
O mektuplar bugün yayınlanmıştır. O bir yıllık Sofya Ataşemiliterliği
süresinde de Fransızca’ya hakim olmaya
çok gayret etmiştir.

Şimdi gelelim, Atatürk’de, bu denli etkileyici söz kalıplarını
ve eylem kalıplarına dönüşen bu zihni enerjinin
kaynağı ne idi?

Bu dinamo yakıtını nereden alıyordu:
Bizim inceleme alanımız açısından, bunun iki kaynağı
var: Bir tanesi, dediğim gibi bu adamın kafasında fazla
beyin hücresi vardı, doğuştan zeki idi. Belki ondan çok
daha dahi, çok daha fazla beyni gelişmiş insanlar vardı, ama
koşullar için yeterlisi kendisinde vardı. “Havassı keskin”
derler Atatürk için... yani, duyusal duyarlığı çok fazla idi.”
Çıt” olsa kulağını çevirirdi ve hiçbirşey gözünden kaçmazdı.
“Ayık”tı, “uyanık”tı, harika bir “belleği” vardı. Tanıyanların
hepsi yazılarında bunu söylerler: “Falanca tarihte,
filanca gün, filanca adamı, filanca yerde görmüştüm”. “ben
seni ilk defa nerede görmüştüm?,hatırlıyor musun?” diye,
kesinlikle..
Tabii Atatürk’ü bir gören gördüğü yeri elbette
hatırlar. Ben altı defa gördüm, hepsini size sayabilirim..
Ama Atatürk, Ahmet’i, Mehmet’i, Hasan’ı Hüseyin’i sağda,
solda görmüşse, Atatürk için bunların önemi olmaması
gerekir. Çok kişiyi çok mükemmel hatırlıyordu; çok
olayı derinliğine hatırlıyordu. Yani belleği çok kuvvetli
idi. Çok çabuk kavrardı. Söylenen sözü, ayrıca söylenen
sözün arkasına saklanan, söylenmek istenmiyen gerçeği
de yakalayıverirdi ve derhal yüzlerine çarpardı, derler yazarlar..
Yani, Allah vergisi bir zihni enerji vardı bu adamda,
fışkırırdı...

İkincisi, belki bunun kadar önemli, hiç şüphesiz bundan
daha önemli, çünkü dedik ya, çok dahi var, Atatürkten
başka dahiler olmuştur mutlaka o çağda. Ama Atatürk’ü
bizim için mutlu bir geleceğe götüren, birtakım duygusal
yatırımlar var. Bizim, Psikolojide biliriz ki, insanların
ruhsal enerjisinin kaynağı duygulardır. Bir insan ne denli
zeki olursa olsun, ne kadar bilgili olursa olsun, el hüneri ne
kadar marifetli olursa olsun, hiçbir zaman kendisinde “istem”
yoksa, kendisinde arzu yoksa, heves yoksa, içinden
onu dürtükleyen bir ruhi güç yoksa hiçbirşeye yönelmez.
Bırakınız bir milleti ölüm-kalım savaşına sokmayı, terliğini
bile giymeye üşenir. Demek oluyor ki, bu adamda, “bir
duygusal enerji” potansiyeli vardı.
Bu hem, doğuştan
getirdiği bir yetenekti, (belki o nörovejetatif labilitesinin
verdiği bir şey... fazla heyecanlanma yeteneği)..Ama bunun
yanısıra “ obje”lere yaptığı, çevresindeki kişilere, kavramlara
ve kavramlaştırdığı olgulara yaptığı duygusal yatırımlardı...
Ölesiye sevmek, ölesiye nefret etmek ve bunu derhal
eyleme dönüştürürdü. Atatürk’ün çocukluk yaşamını
ve ilk gençlik yaşamını anlıyabildiğimiz, vesikalara göre
inceliyebildiğimiz ölçüde, herkesin kabul ettiği birtakım
gerçekler, birtakım veriler var ortada: Bu duygusal yatırımlar
ne idi?

Hepimizde bir “narsisik” duygusal yatırım vardır. Yani,
hepimiz ne kadar mütevazi kişiler olursak olalım, kendimizi
“severiz”. Zaten “kendimizi sevme” gücümüzü kaybettiğimiz
anda kendimizden vazgeçmişiz demektir, derhal
öldürürüz kendimizi... ya da ölümcül bir kazaya koyuveririz
kendimizi.. “Kendimizi severiz”, Atatürk de “kendini
seven”, hem de çok çok seven bir kişiliğe sahipti. Buna Tıp
dilinde “narsisizm” denir
, insanın kendini sevmesine..
Ama, sakın “cinsel sapıklık” anlamına olan “narsisizm”
değil!. Psikiyatride bunun anlamı çok farklıdır. Yani, insanın
kendi “benlik kavramı”na duyduğu olumlu yatırımlara
biz, “Narsisizm” deriz. Yoksa, cinsel bir uyarım edinme
anlamında “narsizim “ değidir bu. Çok geniş kapsamlı bir
kavramdır bu. Atatürk’te, “sekonder narsisizm” yani, yaşamasal
olaylardan kaynağını alan kendine dönüş, kendini
“üstleyiş”, kendini beyeniş, fazlasıyla mevcuttu ve
onun başarısında çok büyük katkısı olmuştur bunun..
Bu narsizimin kaynağını kesinlikle bilmiyoruz. Birtakım
varsayımlar ileri sürebiliriz: Kimbilir, belki de, güzel
bir çocuktu Atatürk doğduğundan beri herkes ona “Ah,
benim güzel evladım, ah benim güzel yavrum” demişti...
Gerçekten güzel, renkli bir çocukluğu varmış Atatürk’ün,
tanıyanların naklettiklerine göre... İkincisi: Atatürk “tek
erkek” evlattı. Herhalde annesinin ve babasının sevgisi
kendisine fazlasıyla aktarılmış, sevgiyle doyurulmuştu ve
kişiliği, benliği şişirilmişti o sevgi ile.. Biliyoruz bunları.
Babası ona önem vermişti. Mesela, annesi onu mahalle
mektebine göndermek istediği zaman,”hayır, benim oğlum
okuyacak, hem de modern eğitim görecek” diye, oradan
alıp, Şemsi Efendi okuluna vermişti. Ayrıca, Atatürk’ü annesi
de çok sevmiştir, hatta saymıştır. İlginçtir. Atatürk
Manastır’da askeri lise öğrencisi iken, annesi, eve geldiği
zaman oğlunu ayağa kalkarak karşılarmış. Annesinin elini
öptüğü zaman, annesi de onun elini öpmeye davranırmış.
Bu el öpme elbette bir saygı nişanesi: “Ah, benim yavrucuğum”
diye, insan çocuğunun elini öper ama, burada bir
saygı unsuru da vardır. Demek ki oğlunu çok sayarmış ve
çok kere Atatürk general olduktan sonra, hep “Paşacığım”
diye hitabetmiştir ve “Paşam” demiştir. kendisine.
Ve gerçekten
büyük saygı gösterdiğini Atatürk’ün kızkardeşi ve
yakınları naklederler. Demek ki, annesinin hem sevgisini,
hem saygısını fazlasıyla edinmiştir. Bunun “öz sevgi
ve öz saygı” yaratmadaki etkinliği tabii tartışmaktan
uzaktır. Gerçekten böyledir. Atatürk “güzel ve yakışıklı”
bir çocuktu. Bunu nereden biliyoruz? Çocukluk arkadaşları
söylüyorlar, hatta şöyle bir olay anlatıyorlar: Atatürk
o kadar renkli, o kadar frapan bir çocukmuş ki, ilk 13-14
yaşlarında, dayısı, (işte o Langaza’da çiftlik kahyası olan dayısı),
ona bir bıçak vermiş: “Aman evladım” demiş, “sana
tasallut ederler, ırzına göz dikerler, al bu bıçağı da kendini
korurusun, çok güzel çocuksun sen, Allah nazardan saklasın”
demiş. Demek ki, bütün bunlar gösteriyor ki, Atatürk
kendini gerçekten sevgiye layık, gerçekten güzel, gerçekten
yakışıklı, gerçekten üstün kapasitede görmüştür.

Çünkü, sahiden de üstün kapasitede ve güzel bir
insandı. Demek ki, Atatürk’teki “narsisizm”in kaynaklarını
burada aramamız pek haksız olmaz. Şurası bir gerçek:
Atatürk kendini hep sevmiş ve hep saymıştır. Atatürk’te
kendini küçültücü, kendini suçlayıcı hiçbir öge yoktur,
hiçbir sözünde ve hiçbir davranışında... Ve kendini daima
“haklı” görmüştür.
Atatürk’ün izzet-i nefsi(öz saygısı) çok
yüksekti. Bilirsiniz, Kaymak Hafız’a kızıp, ortaokulda, sivil
ortaokulda, okulu terketmiştir. Ve nefret etmiştir okuldan..
İkincisi, horlanmaya aşağılanmaya kesinlikle tahammül
edemezdi. Bir kaş çatmak dahi, onu çileden çıkarmaya kafi
idi. Bu duygusunu o denli etrafa yaymıştır ki, toplumuyla
öyle mutlu bir “özdeşim” yapmıştır ki, Atatürk, “kendi”
saydığı toplumunu (kendisi gibi gördüğü, hatta kendisinin
uzantısı gibi gördüğü toplumunu, horlanmaya ve
aşağılanmaya layık görmemiştir...

Atatürk, bu “öz saygısı”nı o denli “projete etmiş”, o
denli etrafa dağıtmıştır ki, yani o “ekspansif ”, o yayılıcı kişiliğiyle,
kabına sığmıyan kişiliğiyle.., düşman bayrağına
dahi saygısızlığa tahammül etmemiştir. En acı deneyimlerden
sonra, muharebe meydanında, düşman bayrağını
ayaklarının altına serdikleri zaman: “Kaldırım bunu buradan,
bir milletin şeref sembolü ayak altında kalamaz”
demiştir. Bir millet, herhangibir millet yani...

Atatürk’ün kadın kişiliğine saygısı, Atatürk’ün Türk
kimliğine saygısı, Atatürk’ün insana olan saygısı: “Öz
saygısı”ndan kaynağını alır. Bunun başka örnekleri de
vardır: Atatürk Fransa’da Piccardi manevralarına iştirak
etmek için, kalkıp Fransa’ya gidiyor ve o sırada üniformasının
üstünde fesle sokağa çıkıyor ve Paris kopilleri onun
peşine düşüyorlar, hakaret ediyorlar, alay ediyorlar ve taş
atıyorlar. Atatürk buna son derece öfkeleniyor ve daha
ogün fesini kafasından çıkarıp ayaklarının altına alıp eziyor.
Bunu bir gerilik ve horlayıcı bir sembol olarak, uygar
dünyanın gözünde bir maskaralık olarak ilk defa o gün algılıyor
ve gidip kendisine bir şapka almak istiyor. Arkadaşı
Fethi Bey Paris sefiridir. Şapkalı kıyafeti ile onu ziyarete
gidiyor. Fethi Bey kahkaha ile gülüyor: “Aman, sakın kimseye
görünme, çok tuhaf kılığın var” diyor. Çünkü, başına
giydiği şapka bir melon şapkadır ve o şapka ile giyilmiyecek
bir kıyafet zannederim..., bir apre-midi mi, ne giymiştir..
tabii arkadaşı Elçi olduğu için, onun kıyafetini düzeltmeye
gayret ediyor. Ama, pek bilmeden de yöneldiği bu hakarete
tahammül edemeyişi, onun ileride kıyafet devrimi,
şapka devrimi gibi devrimlerin kaynağını, duygusal kaynağını
teşkil eder.

Atatürk, hayatında bir tek defa “depresyon” geçirmemiştir.
Hayatına ait okuduklarımda ve kendisini tanıyanlara
sorduklarımda, kesinlikle bunun olmadığını söylediler.
Yani, Atatürk hiçbir zaman, umutsuzluğa, karamasarlığa,
küçüklük duygularına, yetersizlik duygularına düşmemiştir.
İşte, onu, bunu ondan koruyan, onu depresyonlardan
koruyan da bu “narsisizm”i, yani kendisine olan
engin sevgisi ve saygısı olmuştur.
Hiçbir zaman “yılgın”
olmamıştır Atatürk. En ağır koşullarda bile, hep “yürüyelim
arkadaşlar”, “biz işimize bakalım arkadaşlar” diyebilmiştir.
Atatürk’te “Ambivalans” da yoktu. Yani, birşeyi
hem sevsin, hem nefret etsin, çözülmez kördüğümler
içinde bunalsın.. Atatürk’ün öyle bir zihni kapasitesi
vardı ki, çelişkiye tahammül edemezdi (“ben daima bir
TARAF’ım, bitaraf olan bertaraf olur”:).Derhal iki fikri
tokuşturur, çürük yumurta gibi kırılanı bir tarafa atar
ve O anda “gerekli” olan yargı ne ise, ona varır, onu
kullanır...,
Karşısına başka kavram çıktığında tekrar tokuşturur,
bu kırıldıysa bunu atardı. Yani, çelişmelerin ve
çatışmaların çözümünde mantığın en etkili araç, olduğunu,
adeta bütün yaşamı boyunca kanıtlamış, kendi kendini
inandırmış bir kişiydi ve bu yöntem onu hiçbir zaman
yolda bırakmamıştır. Çünkü bu “bilimsel yöntem” dir.
Zaten bilimde de aynı şey yapılır.

Atatürk’ün Özgüveni tamdı. Herhalde annesi Atatürk’ü
özenle emzirmiştir. Herhalde 3-4 aylıkken memeden
kesmemiştir. Tek erkek evladım alsın, diye onu bağrına
basmıştır. Bu o kadar önemlidir ki, bir insanın ilk
yaş içinde annesinden gördüğü sevgi ve şefkat onun temel
güven duygusunun kaynağıdır. Öyle tahmin ediyoruz ki,
Atatürk’ün o engin kendine güveni ve kendi kimliğinde
milletine güveni ve gene kendi kimliğinde insan denilen
varlığa güveni kaynağını bu özgüven duygusundan almıştır.
Atatürk’ün yılmazlığı burdan geliyor. Hiçbir zaman
Atatürk silahı elinden bırakmamıştır. Daima ofansiftir,
saldırgandır Atatürk. Hiçbir zaman defansif olmamıştır.
Sakarya savaşındaki artık son sınıra kadar cephesinin dağılıp
da birliklerin parça parça ne yapacaklarını şaşırdıkları
anda, “hattı müdafaa yok, sathı müdafaa var, o satıh
bütün vatandır” demiştir. Ve mecliste verdiği nutukta da
“arkadaşlar, eğer ordumuz çökerse biz burada kaç kişiysek,
elimize bir taş alır, bir dağ başına çıkar, sonuna kadar
orada savaşırız” demiştir.
Bu bir simgedir, bir semboldür,
ama bu kaynağını kökten, bilinç dışının çok derinliklerinden
alan bir inanışın ifadesidir. Aynı nedenle, Atatürk
obsesif de olmamıştır. Yani, kılı kırk yaran bir yapışkan
zihniyete kendini kaptırmamıştır. Atatürk’ün yakınları,
Atatürk’ün bazı “batıl itikatlar”ı olduğunu söylemişlerdir
bana. Bunun gerçek olduğuna inanıyorum. Bazı objelerin
uğruna inanmıştır, mesela Afganlıların mı yoksa Hintlilerin
mi, Hint müslümanlarının mı, kendisine hediye ettikleri,
üzerinde yeşil kelimeyi tevhit bulunan, bir sancağı her
oturduğu yerde götürüp arkasına asmayı itiyat edinmiştir
ve duvara onu çiviletmiştir. Ancak Atatürk bu süperstitüsyonlarına
esir olmamıştır. Evet, Atatürk’ün “ritüel”leri
vardı. Fakat, ilginçtir, Atatürk’ün “ikiz duygu”ları yoktu.
O sembolleri “güven sembolü” olarak kullanmıştır.ve
onlardan vazgeçmemiştir. Ama “acaba şöyle mi, acaba böyle
mi?” gibi bir kararsızlığa hiçbir zaman düşmemiştir.
Burdan da anlıyoruz ki annesi Atatürk’ü eğitirken, özellikle
ilk yaşlarda, ona temizlik eğitimi verirken, onu fazla
hırpalamamış olsa gerekir. Fazla obsessif duyguları yoktur
Atatürk’ün. Bu da bizim için bir şans olmuştur. Tıpkı
İskender’in kördüğüme kılıcını vurması gibi, dilemmalar
karşısında hiç çekinmeden kılıcını vurmuş ve tereddüt
etmeden düğümü çözüvermiştir. Gene Atatürk’ün narsisizmi
ne bir örnek: Atatürk’ün “benlik kavramı” kusursuz
idi. Yani kendi gözünde kendisi kusursuzdu ve kusursuz
olmalıydı. Ve bu kusursuzluğa ulaşma Atatürk’ün
yaşamını teşkil etmiştir. Bütün eylemleri, hem kendini
kusursuz hale getirme, hem de kendisinin sembolize ettiği
toplumu o hale getirme...İyi giyinirdi Atatürk, iyi
giyinmeyi çok isterdi. Kaşlarını burardı, resim çekileceği
zaman böyle yaptığını filimlerde görmüşsünüzdür. Yoksa
herkes gibi onun da kaşları böyle değildi tabii, düşerdi gözünün
üstüne.. Ama itina ile onları yukarı kaldırırdı. Ve
poz verirdi. Dikkat ederseniz, o filmlerde hemen fotoğraf
makinesi görünce böyle birtakım pozlar alırdı. Bu pozlar
ilginçtir, Atatürk’ün çocukluk arkadaşları ve gençlik arkadaşları
tarafından tekrarlanır, “kendine has pozları olan
adam” demişlerdir ona..
Hiçbir makamı beyenmemiştir. Atatürk subaylığı
beyenmemiştir, generalliği beyenmemiştir, komutanlığı
beyenmemiştir, ordu komutanlığını beyenmemiştir, çok
ilginçtir, Çanakkale’de kendi cephe kumandanı olan Mareşal
Falkenheim’e, ki kendisi o zaman bir albaydı.” Görevini
bana devret ve çek git!” demiştir. Adam da, gülmüştür
buna, ihtiyar mareşal, Alman Mareşali,” çok gelmez mi
biraz?” demiştir..”az gelir!” demiştir...az gelmiştir de.
Bir başka olay: Atatürk Anadolu’ya geçmeden önce,
Sultan Vahidettin’i Dolmabahçe camiinde Cuma Selamlığında
görecektir. O gün devrin Milli Savunma Bakanı ve
Başkomutan vekili olan Enver Paşa da oradadır. Savaşın son
günleridir. Savaş bitti bitecek..Orada Enver Paşa ile karşılaşmışlarıdır.
Aralarında münakaşa çıkar, bir tartışma çıkar.
Enver Paşa: “sen ne istiyorsun Allah aşkına?” der. “Yahu”
der, “seni ordu komutanı yaptık, ordular gurubu komutanı
yaptık, beyenmedin mi?” der. “İstersen makamımı sana vereyim?”
der. Gene “ az gelir” cevabını verir.
Atatürk “BAŞ” olmak istiyordu.
Kimden büyük olmak
istiyordu? Hiç şüphesiz başkomutandan büyük olmak
istiyordu, hiç şüphesiz Sadrazamdan büyük olmak istiyordu,
hiç şüphesiz Padişahtan büyük olmak istiyordu..
kaç yaşında? 13-14 yaşında, 25 yaşında.. Daha Selanik’te,
3. Ordu Kurmayında görevli iken, Beyaz Kule gazinosu
diye bir yer varmış, orada içki içerlermiş arkadaşlarıyla..
o, işte yakın arkadaşları, Fuat Bulca vs. vs. ile yaptıkları
sohbetlerde “sen ne olmak istiyorsun?”, işte “ben paşa olmak
istiyorum,”, “sen ne olmak istiyorsun?”, “vallahi ben
politikaya atılmak istiyorum”. Atatürk demişti ki “ben sizi
istediğiniz gibi yaparım yahu!” demiş. Fethi Bey’e demiş ki
“seni sefir yapacağım ben”, yapmıştır sonradan.. Öbürüne
dönmüş demiştir ki, “seni kendime yaver alacağım”, yapmıştır..
Berikine demiştir ki, “ben seni şey yapacağım”. Bir
başkasına da demiştir ki, “seni sadrazam yapacağım”... kahkahayı
atmışlardır arkadaşları”. “Yahu” demişlerdir, “beni
sadrazam yaptın, Allahaşkına sen ne olacaksın?”..Gülerek
cevap vermiştir: “seni sadrazam yapacak adam” demiştir.

Gerçekten kendisi Devlet Başkanı olmuş ve o kişiyi başbakan
yapmıştır, Fethi Bey’i.. Demek ki, baş olmayı aklına
koymuş ama, hangimiz aklımıza koymamışızdır? Hangi
adolesan yoktur ki, 13-14 yaşındayken dünya imparatoru,
ya da Gökler hakimi Gordon olmayı kumaz? Hepimiz
bunları kurarız.. Ama bir adam düşününüz ki, eylemleri
mantık çerçevesinde ve adım adım bu hedefe ulaşsın...
Tarihte eylemlerini mantık çerçevesinde adım adım hedefe
ulaştıran nice insanlar gelmiş, geçmiştir. Bunlar korkunç
despotlar, kan dökücü imparatorlar, diktatörler olmuşlardır.
Bir Napolyon dünyayı kana boğmuş, Avrupa’yı çiğnemiş,
ola ola bir imparator olmuş ve ilk katlettiği, ortadan
kaldırdığı şey kendi hakim olduğu toplumun özgürlükleri
olmuştur. Bir Cengizhan iki kıtayı kana boğmuştur. Ama
ola ola işte, zamanın dünya hakimi bir atlı han olmuştur,
öldüğü zaman ülkesi parça parça olmuştur. Evet, her ortaokul
öğrencisi dünya hakimi olma, cihangir olma hülyaları
kurar ve talihin yardım ettiği, kapasitesi de elverişli olan
insanlar bu hedeflerine adım adım yürürler ve bazıları
onu gerçekleştirirler de.. Hitler ne olmuştur, Musolini
ne olmuştur? Stalin ne olmuştur? Onları iyi hatırlıyalım,
Atatürk’ü bir korkunç despot olmaktan, bir Padişahı indirip
yerine Padişah olmaktan, bir halifeyi sürüp yerine
halife olmaktan kurtaran en önemli özelliği ve bizim
en büyük şansımız da onun kendi toplumuyla özdeşim
yapmış olmasıdır Yani kendisinde özgürlük tutkusunun,
hakim olma tutkusundan baskın oluşudur. Ne diyor:”Hürrüyet
ve istiklal benim karakterimdir” Gerçekten “benim
karakterimdir” dediği zaman “ulusumun karakteridir” anlamına
geliyor.
ve kendisi, kendisiyle birlikte, kendisinin
uzantısı, kendisinin projeksiyonu olan milleti de, en üst
seviyeye, en saygın mevkie çıkatmayı amaçlamış, Cumhuriyet’i
ve demokrasiyi kurmayı amaçlamıştır, hiçbir
zaman despot olmayı değil... Ama hiç şüphesiz ölünceye
kadar hakim olmayı, yani bu eylemde, eylemi yürütücü
lokomatif olmayı bırakmamıştır., aklından çıkarmamıştır
ve bunun aksine tahammül edemezdi.
“İnsanlar” diyor, Büyük Nutkunda, “ihatalarlarının
bittiği noktada adım adım beni terkettiler”. “Arkadaşlarım
benimle birlik oldular, ama ben tabii bu sırları açıklıyamazdım.,
yeri geldikçe onları eyleme dönüştürdüm,
onlar kendi anlayışlarının bittiği noktada beni yaya bıraktılar,
benden koptular, ya da karşıma geçtiler, ya da sırtıma
bir bıçak saplamak istediler. Kimi erken, kimi geç beni
yolda bıraktı. Ama be iflas etmedim” diyor. Evet, insanlar
ihatalarının bittiği, yani kucaklıyabildikleri gerçeklerin
ve kapasitelerinin bittiği noktada iflas ederler. O hiç iflas
etmedi. En zor koşullarda bile ayakta kalmayı başardı.
Atatürk iflas etmemiştir. Narsisik bir kişiliği olmasına
rağmen, yani öz saygısı çok büyük boyutlara varmış olmasına
rağmen bir isterik olmadı, bir hasta olmadı. Hitler’in
isterisine tutulmadı.
Ve zulmü sadece hükmetme
zevkini tatmak için kullanmadı. Atatürk çok olumlu ve
etkin biçimde kullanmıştır kendi kapasitesini.
Atatürk hiçbir zaman paranoid olmadı. Atatürk‘teki
şüphe, çok ilginçtir, bilimsel şüpheye benzer. Atatürk
her taşın altında olumsuz bir ihtimali hesaba katan
bir adamdı. Eğer bu huyu olmasaydı, mutlaka ve mutlaka
bir yerde tökezleyip giderdi. Fakat şüphelerini daima
çözüme bağlamayı yeğlemiştir.
Daima düşünmüş ve tartışmıştır.
Atatürk’ün şüpheleri paranoid şüpheler değildi,
haklı şüphelerdi. Atatürk ihtilaller, hükumet darbeleri,
ordu içinde gizli dernekler, komiteler, suikastlar döneminden
gelmiş ve öyle bir okul içinde kendi yolunu aşa
aşa ilerlemiş bir adamdı. Elbette şüpheli olacaktı. Daha
bir önyüzbaşı iken kendisi ittihat ve terakki kongresinde
söylediği sözlerden ötürü ölüme mahkum edilmişti.
Peşinde
silahlı adamlar dolaşıyordu. Bunu sonradan, nice yıllar
sonra sofrasında davet ettiği Enver Paşa’nın amcası, Halil
Paşa’ya ağzı ile itiraf ettirmişti. Atatürk ogün arkasında
ayak seslerini duyunca sırtını duvara dayıyarak ve tabancasını
çekerek kendini kurtarmıştır. Atatürk sırtını duvara
dönmeyi ömrünce ihmal etmemiş bir adamdır. İyi ki de
ihmal etmemiştir. Atatürk her gittiği yerde sırtını duvara
vererek otururdu. İnsanlara arakasını dönmezdi.
Ve bilirdi
başına gelecek olanları. Hayatında 11 defa kendisine
suikast düzenlenmiştir. Kendini, özgüvenliğini hiçbir
zaman ihmal etmemiş bir adamdır. Etrafında önce yakın
arkadaşları, daha sonra, o işte etrafında silahşörleri...hatta
büyük Millet Meclisi kürsüsüne çıkarken bile etrafında silahlı
milletvekilleri ile yürürdü.
Sonra Kurtuluş Savaşının
en kritik günlerinde Giresun’dan getirdiği topal Osman
Ağa müfrezesinin silahları ile, ondan sonra da onların işi
bozmaları sonucu, İsmail Hakkı Tekçe’nin komuta ettiği
o bir takımdan başlayıp, yavaş yavaş, bir alay kadar çıkan
Muhafız Birliği ile daima özgüvenliğini sağlamıştır. Ve bilmiştir
ki, özgüvenliği tehlikede olduğu zaman, o büyük
eylemler de tehlikeye girecektir. Bunları dikkate alarak
Atatürk’ün paranoid bir iflas içinde olduğunu kesinlikle
söyliyemeyiz. Bu büyük işler ve tehlikeli işler yapan bir
insanın, tam tersine, normal bir güven arama ihtiyacı idi,
bir paranoid şüphe değildi. Ve daima şunu söylemiştir:”
Ben kendi kendimin polisiyim”.”Yani kendimi herkesten
önce ben korumak zorundayım”.
Atatürk kimliği ve kişiliği üzerinde ruh yapısı ve kafa
yapısı üzerinde biraz daha duralım:
Sabrınızı tüketmek istemiyorum. Kısa keseceğim, Atatürk
gerçi, ekspansif bir kişiliğe, engin bir özsaygısına,
benlik sevgisine sahipti ama, hiçbir zaman palavracı olmamıştır.
Atatürk gerçekleştirme yoluyla kendi saygısını
artırmak istemiş ve adım adım bu istediklerini gerçekleştirmiştir.
Ama gerçekleştirilmiyecek eylemler için Atatürk:”
Efendiler, haddimizi bilelim” demesini bilmiştir.
Hazım, Atatürk’ün en realist özelliklerinden biriydi. Ancak
hiçbir zaman vazgeçme ve silahı terketmek zilleti değildi, zillete tahammül edemezdi. Atatürk..daima hedefe
yürürdü, hem de bıraktığı yerden yürürdü. Atatürk hiçbir
zaman palavra yüzünden, yani, gururu incinmesin diye
blöfe ve kumara baş vurmamıştır. Niceleri demişlerdir ki:
II Cihan Savaşında: “Atatürk olsaydı biz şimdi harbe girerdik..”
Sokar mı Atatürk, kumarcı mı, blöfcü mü? Atatürk
kumarı ve blöfü ancak masada arkadaşlarıyla oynarken
severdi..Onlara bol bol blöf yapar, paralarını alır, ya da
para kaptırır, oyundan sonra “durun bakalım, gitmeyin”
der., paraları harman eder, dağıtırdı. Yani oyunun oyun
olması gerektiğini bilirdi. Hayatta Atatürk kesinlikle
kumar oynamamıştır.
Bir başka özelliği Atatürk’ün, biraz pinti imiş. Cömert
olmamıştır, mal bakımından etrafına dağıtmakta.
Vermeyi sevmezdi Atatürk fazla.. Kim bilir, belki bu da
hayırlı bir özelliğidir Atatürk’ün. Toplumu için de cömert
değildi Atatürk. Yani Türk toplumunun malından,
mülkünden, kaderinden, şerefinden birşeyler kaptırmasına
kesinlikle tahammül edemezdi. Onun içindir ki
çok hassas olmuştur ulusal yarar konusunda.Öyle başı
boş cömertlikler yapmamıştır. Çok kıskanç olmuştur bu
konuda. Arkadaşları söylemişlerdir, ağızlarından duymuştum..
Atatürk’ün güzel kalpakları varmış. Rusya’dan, Afganistan’dan,
bilmem Kafkasya’dan filan kalpak gelirmiş..
Rengarenk astragan kalpaklar, lutr kalpaklar, şunlar, bunlar...
Onları Çankaya köşkünde içi çinko kaplı mahfazada,
güve girmesin diye, saklarmış. Her ziyaret eden arkadaş
gurubuna onları çıkarır, gösterir, okşatır, sonra tekrar içeri
sokarmış. “Aman, ne olur bize de ver paşam” dedikleri
zaman, onlara mendil, işte yırtılmış çoraplardan falan 1-2
tane tane verirmiş. Onlar da onları hatıra diye saklarlarmış.
Hala o kişilerin çoluklarında, çocuklarında Atatürk’ün verdiği
o ufak tefek hediyeler, en kutsal bir emanet gibi durmaktadır.
Atatürk ne armağanı, ne de iltifatı çok bol tutmazmış.
Ve bol keseden kimseye iltifat dağıtmazmış. Hatta bir
sözünde der ki,” büyük olmak için kimseye iltifat etmiyeceksin”.
Atatürk’ün agressivitesine, saldırgan kişiliğine gelelim.
Acaba bunun kaynağı ne?
Atatürk’ün bildiğiniz gibi daha küçükken babası ölüyor.
Babasını pek iyi hatırlamıyor, şöyle böyle hatırlıyor.
Bildiğimiz, annesinin, kendisi okuldayken, Ragıp Bey
adında bir zatla evlenmesidir. Bunu Atatürk kesinlikle hazmedememiştir. Ve ölünceye kadar da üvey babasına soğuk
ve donuk kalmıştır, uzak kalmıştır. Belki de Atatürk’ün
ömrü, bu acı kaderi altetmeye çalışmakla geçti.. Yani
kendi kontrolü dışında annesinin, o en sevgili objenin,
yabancı bir erkekle evlenmiş olması, belki hayatta ona en
ağır darbe oldu. Belki de bizim için mutlu bir tesadüfle
Atatürk’ün anası ile özdeşleştirdiği, vatanı korumada
ve ayağa kalkmada güç kaynağı oldu. Bu yabana atılmıyacak
bir kuramdır. Atatürk’ün yazılarını ve nutuklarını
okuyunuz.. En çok düşmanlık gösterdiği, en çok nefret
ettiği figürler şunlardır:
1.Despotlar: Padişahlar, hürriyeti boğanlar. Burada işte
“hürriyet ve istiklal benim karakterimdir” sözünün aynasını
görüyoruz.
2. Yabancılar: Yabancılara tahammül edemiyor. Kimbilir
belki de bir yabancının aile ortamına, “harim-i ismetine”
girmiş olması ve annesi ile evlenmiş olması onda bu
nefret duygusunu yaratmıştır. Bilmiyoruz, tabii bu bir varsayım.
3. Acizler: Acizlerden nefret eder. Nutku baştan başa
okuyunuz:”Bir sürü aceze”, “acizler, eblehler” diye bağırır.
Ve gerçekten aciz insanlara, beceriksiz insanlara çok hakaret
etmiştir Atatürk yaşamı boyunca..
4. Çirkinler: Çirkinler ve çirkinliğe tahammül edemezdi
Atatürk. Kılıksızlara, kafa yapısı çarpık kişilere, suratsızlara,
sakallı, suratı karmakarışık kişilere tahammül edemezmiş..
5.Ve nihayet Riyakarlara tahammül edemiyordu. İki
yüzlü, aciz olduğu halde, ona buna yaranıp da güç temin
etmek isteyen insanlara kesinlikle tahammül edemiyormuş.
Ve bunları daima açıktan hakaretle karşılamıştır Atatürk.
Çok hakaretler etmiştir bu çeşit insanlara, ağır hakaretler,
Atatürk’ün özel yaşamına girenler tarafından uzun uzun
ayrıntıları ile anlatılır.
Demek oluyor ki, şu noktaya varıyoruz: Atatürk hepimiz
gibi, hepimizin yaptığı gibi, daha küçük yaşlarda
birtakım özdeşimler yapmıştır. Kendi benliğini birtakım
kavramlarla yakın sevgi objelerini benliğini birtakım kavramlarla
birleştirmiştir.
Atatürk özdeşimlerinin ana çizgisi şudur: Atatürk
bizim için en mutlu tesadüfle toplumuyla özdeşim yapmıştır.
Yani ben= milletim, milletim= ben. Benim başarım,
milletimin başarısı, Milletimin zilleti, benim aşağılığım..
Bu noktaya varmıştır. Ve çıkış noktası budur, ulusal
kurtuluş hareketinin....
İkincisi, annesini, ve en sevgili figürü, vatan’la özdeşleştirmiştir.
Ki bu daha Namık Kemal zamanından biliniyordu..
işte, vatan ki maderdir, vatanın bağrına....şudur,
budur.. Atatürk daha küçük yaşlardan bunu benimsemiştir.
Demek ki bir insanın, bir yabancının vatanına yan
bakması demek, bir yabancının annesinin ismetine tecavüz
etmesidir. Aynı öfkeyle ve aynı nefretle karşılamıştır onu..
Vatanı, vatan kavramını, anne kavramıyla birleştirmiş olması
işte bu mutlu sonucu doğurmuştur. Nihayet birgün,
gerçekten yabancılar kutsal vatan topraklarına girip
de, milleti yok etmek, yani kişiyi yok etmek ve vatana el
koymak, yani anneye el koymak istedikleri zaman “onları
vatanın harim-i ismetinde boğacağız”, yani onları vatanın
namuslu göğsünde, mahrem odasında gırtlaklıyacağız,
diyebilmiştir, büyük bir nefretle. Onu da gerçekleştirmiştir.
Kimbilir belki de Ulusal Kurtuluş savaşı önderinin bu
denli büyük bir aksiyon içinde, bu denli güçlü yürümesinin
kaynağında bu kişisel, ruhsal nedenler yatmaktadır.
Bu varsayımlar, gerçekten yabana atılmıyacak
varsayımlardır.
Atatürk’ün düşünce yapısına gelecek olursak:
Atatürk pozitifti, pozitivistti. Elle tutulur, gözle görülür
gerçeğe inanırdı. Atatürk’te bilimsel şüphe daima
kişisel şüphe gibi yer etmiştir. Her sözün gerçek olduğundan
şüphe etmiştir, her sözü sınamıştır.
Bunu da en güzel
tartışma ortamında ve eylem alanında yapmıştır. Daima
insanları tartıştırır, ondan sonra tartışmaya kendisi karışır
ve sonucu, sağlam fikri bulmaya çalışırdı. Hiçbir dogmaya,
hiçbir slogana yapışıp onun peşinde sürüklenmemiştir.
Atatürk ürettiği fikirlerden kendi sloganlarını
yaratmış insanlardandır. Yoksa Atatürk, sloganlar peşinde,
kuru yaprak misali oradan oraya savrulmuş bir kişi değildi
ve olamazdı. Atatürk dogmayı kökten reddeden bir
adamdı.”Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” dediği
zaman, işte Atatürk’ün bu pozitivist, bu gerçekçi, ve
bu bilimsel şüpheye dayanan pek sağlam kafasıyla, pek berrak
kafasıyla, karşı karşıya geliyoruz. Atatürk bir gerçekçi
idi, bir realistti. Gerçeği, istediğine hiçbir zaman feda
etmemiştir. Özlemleri doğrultusunda düşünüp de gerçeğe
gözlerini kapamamıştır. Kendini neye adamışsa, onun
olanaklarını aramıştır, ama ısrarla aramıştır, yılmamıştır.
Atatürk’ün başarısının belki de sırrı budur..
İşte insanlık tarihinde yıldızın parladığı anlardan
birinde parlayan bu yıldız kimliği ile söneli 41 yıl oluyor.
Ama o aydınlık tıpkı uzak yıldızlardan milyonlarca
yıl sonra bize erişen yıldız ışıkları gibi bugün dünyamızı
ve içimizi aydınlatıyor. Atatürk’ün yaptığı özdeşim
sanırım ki bugün de geçerli. Sanırım ki gene kendimizi
toplumumuzdan ayrı düşünmememiz lazım, sanırım ki
bugün de vatanımızı annemizden farklı düşünmememiz
lazım. Bugün artık “tek adam” lar devri geride kalmıştır.
Bugün bunca etkin kişiliğiyle kararları kendisi verip, kendisi
harekete geçiren insanlar kalmamıştır. Kaldı ki, bu insan
dahi, daima çevresinde bir tartışma ortamı ve bir karar
örgütü oluşturmuştu. Kaldı ki, o insan dahi demokrasiyi
en azından kağıt üstünde kurup ve en demokratik meclisi
kendi mücadele arkadaşlarıyla birlikle Ankara’nın
göbeğinde kurmuştur. Artık bugün karar oluşturan,
karar yaratan “tek kişiler devri” Türk toplumu için çok
gerilerde kalmıştır. Bugün kararları toplum vicdanı
oluşturmak zorundadır.
Atatürk’ün karşı karşıya kaldığı
en hayati sorun şu idi: Düşman kapıya dayanmıştır. Vatan
bölünmektedir. Ve millet yok edilecektir. Bu kesindi o
zaman. O zaman için, evet, memleketi parçalıyacaklardı.
Düşmanlar girecekti. Belki bizi tehcir edeceklerdi....Yani,
yerimizden, yurdumuzdan edeceklerdi. Belki de Ermeni
ordularına bizi kestireceklerdi. Belki bugün burda Türkçe
konuşulmıyacaktı. Herkes gibi Atatürk de bunu görüyordu.
O zaman herkes görüyordu bunu... Gördüğü içindir
ki onun arkasından gitti.. Şimdi bu demokraside kararları
toplumların oluşturduğu bu günde olanakları,
öyleyse gene, birlikte düşünmek zorundayız. Ölüm-kalım
günlerinde bir yıldız yolumuzu aydınlattı. Bugün
acaba bizim için bir varlık savaşımı, önümüzde midir,
değil midir? Bugün 1918 yılında olduğu kadar ısrarla gene
memleketimizin bölünmesini ve bizim millet olarak yok
edilmemizi, toplum olarak tarih sahnesinden silinmemizi
planlıyan ve karar oluşturma organlarından çok
etkili uzak ülkelerin, ulusların kaderi hakkında karar
oluşturan organlarında çok etkili odaklar var mıdır?
Yok mudur? Dış ülkelerde birtakım ordular, ordu adlı
teşekküller hazırlanmakta mıdır? Ve bunlar günü geldiğinde
techiz edilip bizim topraklarımıza salınamaz mı?
Ve
birgün, bizim tepemizden pilav yiyenler aralarında anlaşmaya
vardıkları gün tıpkı 1916’da
I. Cihan savaşı sürerken İtilaf devletlerinin yaptığı
taksim anlaşmalarına benzer anlaşmaları pişirip kotarıp
önümüze süremezler mi? Gene sorun bir toplum
için şurada aynı dili konuşan, aynı tarihi, aynı kültürü
benimseyen, aynı özlemlere yönelmiş insanlar için sorun,
aynı sorun değil midir? O halde kararı, kararı hep birlikte
oluşturacağız. Sorun kısaca şu: Var olacak mıyız? Bir daha
soralım.. Bunu istiyor muyuz?
Teşekkür ederim. (Alkışlar,
alkışlar)